İsmail
Paylaşım:
İsmail
Bu Kitabı Satın Alın

Kitap Künyesi:

Barkod: 9756719001

Sayfa Sayısı: 384

Ebat: 13.5 x19.5 cm

Yayın Tarihi: Şubat 1999

Kategori: Romanlar

Kitap Hakkında:

Reha Çamuroğlu’nun ilk romanı olan "İsmail", üç temel noktadaki çıkarımlarıyla da büyük önem taşır. Birincisi, zulüm üreten her tür siyasal iktidardan uzak durarak gönüllerde taht kurmayı seçen heterodoks İslam, kendisi devlete dönüşünce özünden uzaklaşmıştır. İkincisi, sosyal tabanının büyük kısmını ve özellikle silahlı gücünü Anadolu Türkmenlerinin oluşturduğu Safevî Devleti’ni bir tür "ihanet" sayan Osmanlı, bunun bedelini Alevîlere kanlı bir şekilde ödetmiş, Anadolu’da "Alevî-Sünnî" çatışması resmiyet kazanmıştır. Üçüncüsü, Osmanlı Devleti’nin (kamu hukuku anlamında) getirdiği Sünnî şeriata inançları nedeniyle karşı çıkan Alevî Türkmenler, devletleştikten sonra Şiî şeriatını benimseyen Safevîlik tarafından da dışlanarak yalnızlaştırılmıştır. "İsmail"in olay örgüsü, daha sonra Şah İsmail olarak tarihe geçecek olan İsmail’in 1487’de doğmasıyla başlayıp 22 ağustos 1514’te Çaldıran Ovası’nda Osmanlı ordusuna yenilmesiyle son bulur. Ancak roman, bir süreci aktardığı için, Safevîliğin oluşum aşaması ile yenilgiden sonra Şiî karakterinin nasıl kesinleştiğini de gözler önüne serer. Böylece "İsmail", kronolojik bir yaşamöyküsü olmaktan çıkıp ortodoks ve heterodoks İslamî zihniyetlerin çatışma dinamiklerinin açımlandığı bir metne dönüşür. Bir heterodoks İslam tarikatı olarak Safevîlik, XIII. yüzyılın sonuna doğru, Hazar Denizi’nin güney kıyısında, bugün Azerbaycan toprakları içinde yer alan Erdebil şehrinde yaşayan Şeyh Safî’nin çevresinde oluşur. Irak, Suriye, İran ve Anadolu’nun batı ve Akdeniz kıyılarına kadar yaygınlık kazanan, şeyhliğin babadan oğula geçtiği tarikata, Osmanlı sultanları da uzun süre "çerağ akçesi" adı altında hediyeler gönderir. Tarikatın tarihinde en önemli rolü ise Ankara Savaşı’nda (1402) Yıldırım Bayezid’i yenen Timur oynar. Anadolu’dan çekilirken savaşta aldığı çok sayıda esiri de yanında götüren Timur, bu savaşçı Türkmenleri devrin Safevî Şeyhi Hoca Ali’nin (1392-1429) şefaatiyle serbest bırakır. Ayrıca Erdebil ve çevresindeki büyük araziye sahip köylerin mülkiyetini de tarikata bağışlar. Anadolu’dan geldikleri için Rumlu adıyla anılan bu Türkmenler, daha sonra Kızılbaş adıyla tarih sahnesine çıkacak Safevî askerlerinin en cengâver kesimini oluştururlar. Timur’dan gördüğü himaye, tarikatı, Ege kıyılarından Horasan’a kadar geniş bir coğrafyada heterodoks İslam’ın cazibe merkezi haline getirir. Tarikatın ulaştığı büyüklüğü, önce Şeyh Cüneyd (1447-1460), ardından da Şeyh Haydar (1460-1488) siyasal bir güce dönüştürmeye çalışır. Şeyh Haydar zamanında Safevîler, edindikleri silah ve donanımla askerî örgütlenmeye geçer. Başlarına kızıl keçeden yapılmış, Hz. Ali ve On İki İmam’ı simgeleyen on iki dilimli başlık giyip sarık saran Safevî müritler, bu dönemden itibaren Kızılbaş olarak anılır. Tarikatın siyasal anlamda genişleme girişimleri, önceleri Anadolu’nun doğusuyla sınırlıdır. Şeyh Haydar’ın bu amaçla giriştiği bir savaşta ölmesi, Safevîliğin devlet olma çabalarının ilk evresini oluşturur. İkinci evre, Şeyh Haydar öldüğünde henüz bir yaşında olan İsmail’in on üç yaşına girmesiyle (1499) başlar. Henüz çocuk denecek yaşta olmasına karşın tarikat postuna oturan Şeyh İsmail, gördüğü eğitim ve deha düzeyindeki kişisel yetenekleri sayesinde çevresinde son derece etkilidir. Komutasındaki Kızılbaşlarla iki yıl içinde düşmanlarını yenerek, taç giyip Safevî Devleti’nin hükümdarı olur (1501). Hükümdarlığı sembolik anlamda "On İki İmam inancı"yla örtüştürülen Şah İsmail, Mehdî (Allah’ın yeryüzünde bedenlenmiş hali) olarak algılanır. Dolayısıyla da başta Anadolu’daki heterodoks (Alevî) Türkmen, Rumlu, Ustaclı, Tekeli, Bayburtlu, Karamanlı, Çapanlı, Dulkadırlı olmak üzere, Karadağlı, Varsak, Avşar, Kaçar, Şamlu, Musullu ve Hindli aşiretlerinden on binlerce savaşçı, topraklarını terk ederek Safevî ülkesine akın eder. Ordusu beklenmedik bir şekilde büyüyen Şah İsmail, Irak ve Diyarbakır’ı topraklarına katar, Anadolu’da da Elbistan’a kadar ilerler. En büyük rakibi Osmanlı’yla hesaplaşmak için hazırlıklara girişir. Roman olarak "İsmail"in birinci katmanını oluşturan olay örgüsü, kronolojik bir çizgide ilerler. Yazar, hemen her tarih kitabında bulunabilecek bu bilgiden romanın ikinci katmanını açımlamada yararlanır. Bu yüzden de "İsmail", yansıttığı olaylardan çok olgusal anlamda önem kazanır, çünkü asıl istediği, devrinin en güçlü heterodoks tarikatının, Şeyh Cüneyd’le başlayıp Şah İsmail’le devletleştiğinde özüne yabancılaşmasının nasıl ve nedenlerini sergilemektir. Bu açıdan bakıldığında "İsmail", yazarın daha önce "Tarih, Heterodoksi ve Babaîler" adlı kitabında geliştirdiği "Heterodoksi iktidar karşıtıdır" tezinin bir tür doğrulanmasıdır. Heterodoks İslam sayesinde bireyde gelişen karşı bilinç, kul olmayı reddeder. Safevî tarikatının da dünyaya hak, adalet, özgürlük ve doğruluğu yerleştirmeyi amaçlayan savaşı, Şeyh Cüneyd zamanında nitelik değiştirmeye başladığında tarikat içinde tartışma çıkar ve bu tartışma Şeyh Haydar zamanında da sürer. Ancak tarihin o noktasında iç ve dış etkenler, siyasallaşmaya karşı direncin kırılmasına yol açar. Tarikat-inanç-iktidar ilişkisi, küçük yaşına rağmen hak ve hakikat bilgisiyle yetişen Şah İsmail için de içinden çıkılması güç sorunlardan biridir. Yazar, inanç ile gerçeklik arasında ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları, kahramanının ağzından, her zaman olduğu gibi, belgelere yaslanarak yansıtır. Önce şeyh sonra şah olarak kazandığı zaferlerin muhasebesini en yakın dostuyla (Necm) yapan Şah İsmail, her defasında özünden biraz daha uzaklaştığının farkındadır. Kimi zaman bilincini yitirecek kadar yoğun yaşadığı iç hesaplaşmalarını Hatayî takma adıyla yazdığı şiirlerine yansıtır. Ancak son tahlilde, inancını yedeğe alıp iktidarını güçlendirmekten vazgeçmez. Şeyh kimliğinden uzaklaşıp şah kimliği baskın hale geldiğinde, yakın çevresindekiler de fetihçi figürlerle yer değiştirir. Yeni hedef artık Osmanlı ülkesidir. "Eğer hızlı bir darbeyle Osmanlı yok edilirse ehlibeyt dostlarının hiçbir ciddi rakibi kalmaz, eğri Müslümanların doğru yola gelmekten başka bir seçeneği olamaz" tezi, Şah İsmail tarafından da kabul görür. Tam da o sırada Anadolu’da, Teke ilinde (bugünkü Antalya’nın Teke köyü) yerleşik Tekelü oymağı, Osmanlı zulmüne karşı, Şahkulu önderliğinde ayaklanır (1511). Merkezden uzakta yaşayan Safevî yanlıları, tarikatın geçirmekte olduğu dönüşümün farkında değildir. Nitekim, harekete geçmeden iki yıl önce Şahkulu, kendisini vazgeçirmeye çalışan babasına, "İsmail"de yer alan şu sözlerle karşı çıkar: "Adımdan başlayalım baba. (.....) Adımı sen koydun, Şahkulu dedin, iyi de ettin, doğrudur, ben şahın kuluyum. Ama hangi şahın? İsmail Şah'ın mı? Yoksa âlemlerin efendisi Allah’ın mı? Ben her zaman bu ismi ikinci şekilde anladım. Ben Allah’ın kuluyum, ben Şahkulu’yum. Ama sen şimdi de bu söylediğimden Şahım İsmail’e bir saygısızlık ettiğimi çıkarırsan yanlış edersin. Ona saygım da, aşkım da pek büyüktür. Fakat seni sürekli dinledim, Tekelülere davamızı anlatırken hep Erdebil Ocağı’na hizmetten söz edersin, doğrudur ama niçin? Zulme karşı savaşan, zulmü yok etmek için canı başı ortaya koyan tek ocak olduğu için değil mi? Peki baba sana sorarım, zulüm sadece Azerbaycan’da, Irak-ı Arap’ta, Irak-ı Acem’de midir? Rum ülkesinde zulüm yok mudur? Osmanlı ülkelerinde, Memluk ülkelerinde zulüm yok mudur? Şimdi yarın Şam’da, Halep’te, Kahire’de zulme karşı bir kıyam ortaya çıksa ne dersin? Durun, oturun, Erdebil’den, Tebriz’den, İsmail Şah’tan emir bekleyin mi dersin? (.....) Şahım İsmail bir örnek verdi, biz de bu örneği gördük, daha ne emir beklersin? O bize bir şey gösterdi, gösterdi ki, dervişler ağzına vur lokmasını al değildir. Gösterdi ki dervişler aşktan anlamayan kayaları tokmakla parçalayabilirler. Gösterdi ki, bu kaba Türkmenler, hepsi birer aşk bülbülü olabilir, ülkeleri güle çevirebilir, peki ben Şahım İsmail’den ne emri bekleyeyim?" Babasının ölümünün hemen ardından ayaklanan Şahkulu, ilk anda beş bin kişilik bir güce ulaşır. Teke İli Sancakbeyi Şehzade Korkud, Manisa’ya çekilirken yolu kesilir, hazinesi ele geçirilir. Sünnî halktan topladığı üç bin kişilik bir güçle yardıma gelen Antalya subaşısı da Şahkulu kuvvetlerince yenilir. Antalya, Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu yağmalanır, yağmalanan yerlerin kadıları öldürülür. Şahkulu’nun "Allah’a hamt etmek için ibadethane gerekmez" sözü uyarınca camiler, medreseler, mescitler yakılır. Şahkulu, Burdur’u teslim aldığında, etrafında kadın ve çocuklarla birlikte yirmi bin Kızılbaş vardır. Kızılbaşlar, isyanı bastırmak üzere yola çıkan Osmanlı paşasını da Kütahya’da yenince, Saray, bu kez de Veziriazam Hadım Ali Paşa komutasındaki dört bin yeniçeri, dört bin kapıkulu sipahisi ve elli topla donanmış bir kuvveti sefere sürer. Anadolu’daki beylerin de katılmasıyla Veziriazam Hadım Ali Paşa’nın ordusu, kısa sürede otuz bin kişiye yükselir. Veziriazam Hadım Ali Paşa, Şahkulu ve Kızılbaşları ile Osmanlı birliklerinin Sivas yakınlarındaki Gedikhanı’nda yaptığı savaşta ölür. Şahkulu ve beraberindeki on beş bin Kızılbaş kuşatmayı yararak "Şah'a gitmek" üzere Tebriz’in yolunu tutar. Şah İsmail olayı Irak’tayken öğrenir ve çok sinirlenir. Kurmaylarını toplar. Reha Çamuroğlu, "İsmail"de, Şah İsmail’in "Ben bu Türkmenlerle ne yapacağım?" diye başlayan konuşmasını şöyle sürdürür: "Savaşta bunların üstüne yoktur, bağlılıkta, imanda en önce bunlar gelir. Ama bunlar akıllarını Allah’a vermiş, yerine aşk almışlar. İnceden inceye düşünüp davranmaktan söz edeceksen bunların dizginlerini sıkıca ele alacaksın. Bakın şu Şahkulu denen deyyusun yaptıklarına, nasıl da bir hamlede bütün planlarımızı altüst etti, nasıl da bir çırpıda Osmanlı’nın düşmanlığıyla bizi karşı karşıya bıraktı. Ortalığı kasıp kavurdu, düşmanlarımıza hizmet etti, şimdi de ‘Şah’a gidelim’ diye tutturmuş, bize geliyor." Şah İsmail’in konuşmasına yansıyan bu tutumu, heterodoks (Alevî) Türkmenler ile Safevîlik arasına çektiği kalın çizginin de en önemli göstergesidir. Kurduğu devleti Şiî şeriatı esaslarınca yönetmeye karar veren Şah İsmail, daha önce yüzüne bile bakmadığı Şiî din bilginlerini göreve çağırmıştır. Bu yüzden de ciddi bir tehlike arz eden Şahkulu öldürülür, on beş bin askeri de çeşitli biçimlerde tasfiye edilir. Olay, heterodoks Anadolu İslamı (Alevîlik) ile Şiîliğin bir daha buluşmamak üzere yollarının ayrılmasına yol açar. Ancak, yaşanacaklar bununla sınırlı değildir. Kardeşlerini devre dışı bırakan I. Selim Osmanlı tahtına çıkar çıkmaz öncelikli olarak Safevî Devleti’ni besleyen damarları kesmeye yönelir. Ordusuyla Safevî ülkesine doğru yol alırken, "arkadan vurulma ihtimali"ni ortadan kaldırmak üzere, Sünnî din bilginlerinin verdiği fetvalara dayanarak Anadolu’nun her yerinde büyük bir temizlik harekâtına da girişir. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in orduları, 1514’te Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya gelir. Reha Çamuroğlu, "İsmail"de, savaş başlamadan önce, komutanlarına dönen Şah İsmail’e şu sözleri söyletir: "Şu işe bakın. Bu iki ordu burada İslam’ın geleceğini tayin edecekler ve iki orduda da kâfirler var." Gerçekten de iki orduda da "kâfirler" vardır. Osmanlı ordusunda Rumeli’den gelme çok sayıda Hıristiyan beyi ve askeri, Safevî ordusunda da Gürcü ve Ermeni prensliklerinden gelen kuvvetler. Sultan Selim, İran topraklarında gereğinden fazla ilerlemediği için İslam’ın geleceğinde etkili olamaz. Ama iki ordunun komutanı da, Alevîlik ile Sünnîlik ve Şiîlik arasında yüzyıllarca sürecek kötülük tohumlarını ekmiş olurlar.

Kitap Hakkında:

Reha Çamuroğlu’nun ilk romanı olan "İsmail", üç temel noktadaki çıkarımlarıyla da büyük önem taşır. Birincisi, zulüm üreten her tür siyasal iktidardan uzak durarak gönüllerde taht kurmayı seçen heterodoks İslam, kendisi devlete dönüşünce özünden uzaklaşmıştır. İkincisi, sosyal tabanının büyük kısmını ve özellikle silahlı gücünü Anadolu Türkmenlerinin oluşturduğu Safevî Devleti’ni bir tür "ihanet" sayan Osmanlı, bunun bedelini Alevîlere kanlı bir şekilde ödetmiş, Anadolu’da "Alevî-Sünnî" çatışması resmiyet kazanmıştır. Üçüncüsü, Osmanlı Devleti’nin (kamu hukuku anlamında) getirdiği Sünnî şeriata inançları nedeniyle karşı çıkan Alevî Türkmenler, devletleştikten sonra Şiî şeriatını benimseyen Safevîlik tarafından da dışlanarak yalnızlaştırılmıştır. "İsmail"in olay örgüsü, daha sonra Şah İsmail olarak tarihe geçecek olan İsmail’in 1487’de doğmasıyla başlayıp 22 ağustos 1514’te Çaldıran Ovası’nda Osmanlı ordusuna yenilmesiyle son bulur. Ancak roman, bir süreci aktardığı için, Safevîliğin oluşum aşaması ile yenilgiden sonra Şiî karakterinin nasıl kesinleştiğini de gözler önüne serer. Böylece "İsmail", kronolojik bir yaşamöyküsü olmaktan çıkıp ortodoks ve heterodoks İslamî zihniyetlerin çatışma dinamiklerinin açımlandığı bir metne dönüşür. Bir heterodoks İslam tarikatı olarak Safevîlik, XIII. yüzyılın sonuna doğru, Hazar Denizi’nin güney kıyısında, bugün Azerbaycan toprakları içinde yer alan Erdebil şehrinde yaşayan Şeyh Safî’nin çevresinde oluşur. Irak, Suriye, İran ve Anadolu’nun batı ve Akdeniz kıyılarına kadar yaygınlık kazanan, şeyhliğin babadan oğula geçtiği tarikata, Osmanlı sultanları da uzun süre "çerağ akçesi" adı altında hediyeler gönderir. Tarikatın tarihinde en önemli rolü ise Ankara Savaşı’nda (1402) Yıldırım Bayezid’i yenen Timur oynar. Anadolu’dan çekilirken savaşta aldığı çok sayıda esiri de yanında götüren Timur, bu savaşçı Türkmenleri devrin Safevî Şeyhi Hoca Ali’nin (1392-1429) şefaatiyle serbest bırakır. Ayrıca Erdebil ve çevresindeki büyük araziye sahip köylerin mülkiyetini de tarikata bağışlar. Anadolu’dan geldikleri için Rumlu adıyla anılan bu Türkmenler, daha sonra Kızılbaş adıyla tarih sahnesine çıkacak Safevî askerlerinin en cengâver kesimini oluştururlar. Timur’dan gördüğü himaye, tarikatı, Ege kıyılarından Horasan’a kadar geniş bir coğrafyada heterodoks İslam’ın cazibe merkezi haline getirir. Tarikatın ulaştığı büyüklüğü, önce Şeyh Cüneyd (1447-1460), ardından da Şeyh Haydar (1460-1488) siyasal bir güce dönüştürmeye çalışır. Şeyh Haydar zamanında Safevîler, edindikleri silah ve donanımla askerî örgütlenmeye geçer. Başlarına kızıl keçeden yapılmış, Hz. Ali ve On İki İmam’ı simgeleyen on iki dilimli başlık giyip sarık saran Safevî müritler, bu dönemden itibaren Kızılbaş olarak anılır. Tarikatın siyasal anlamda genişleme girişimleri, önceleri Anadolu’nun doğusuyla sınırlıdır. Şeyh Haydar’ın bu amaçla giriştiği bir savaşta ölmesi, Safevîliğin devlet olma çabalarının ilk evresini oluşturur. İkinci evre, Şeyh Haydar öldüğünde henüz bir yaşında olan İsmail’in on üç yaşına girmesiyle (1499) başlar. Henüz çocuk denecek yaşta olmasına karşın tarikat postuna oturan Şeyh İsmail, gördüğü eğitim ve deha düzeyindeki kişisel yetenekleri sayesinde çevresinde son derece etkilidir. Komutasındaki Kızılbaşlarla iki yıl içinde düşmanlarını yenerek, taç giyip Safevî Devleti’nin hükümdarı olur (1501). Hükümdarlığı sembolik anlamda "On İki İmam inancı"yla örtüştürülen Şah İsmail, Mehdî (Allah’ın yeryüzünde bedenlenmiş hali) olarak algılanır. Dolayısıyla da başta Anadolu’daki heterodoks (Alevî) Türkmen, Rumlu, Ustaclı, Tekeli, Bayburtlu, Karamanlı, Çapanlı, Dulkadırlı olmak üzere, Karadağlı, Varsak, Avşar, Kaçar, Şamlu, Musullu ve Hindli aşiretlerinden on binlerce savaşçı, topraklarını terk ederek Safevî ülkesine akın eder. Ordusu beklenmedik bir şekilde büyüyen Şah İsmail, Irak ve Diyarbakır’ı topraklarına katar, Anadolu’da da Elbistan’a kadar ilerler. En büyük rakibi Osmanlı’yla hesaplaşmak için hazırlıklara girişir. Roman olarak "İsmail"in birinci katmanını oluşturan olay örgüsü, kronolojik bir çizgide ilerler. Yazar, hemen her tarih kitabında bulunabilecek bu bilgiden romanın ikinci katmanını açımlamada yararlanır. Bu yüzden de "İsmail", yansıttığı olaylardan çok olgusal anlamda önem kazanır, çünkü asıl istediği, devrinin en güçlü heterodoks tarikatının, Şeyh Cüneyd’le başlayıp Şah İsmail’le devletleştiğinde özüne yabancılaşmasının nasıl ve nedenlerini sergilemektir. Bu açıdan bakıldığında "İsmail", yazarın daha önce "Tarih, Heterodoksi ve Babaîler" adlı kitabında geliştirdiği "Heterodoksi iktidar karşıtıdır" tezinin bir tür doğrulanmasıdır. Heterodoks İslam sayesinde bireyde gelişen karşı bilinç, kul olmayı reddeder. Safevî tarikatının da dünyaya hak, adalet, özgürlük ve doğruluğu yerleştirmeyi amaçlayan savaşı, Şeyh Cüneyd zamanında nitelik değiştirmeye başladığında tarikat içinde tartışma çıkar ve bu tartışma Şeyh Haydar zamanında da sürer. Ancak tarihin o noktasında iç ve dış etkenler, siyasallaşmaya karşı direncin kırılmasına yol açar. Tarikat-inanç-iktidar ilişkisi, küçük yaşına rağmen hak ve hakikat bilgisiyle yetişen Şah İsmail için de içinden çıkılması güç sorunlardan biridir. Yazar, inanç ile gerçeklik arasında ortaya çıkan çelişki ve çatışmaları, kahramanının ağzından, her zaman olduğu gibi, belgelere yaslanarak yansıtır. Önce şeyh sonra şah olarak kazandığı zaferlerin muhasebesini en yakın dostuyla (Necm) yapan Şah İsmail, her defasında özünden biraz daha uzaklaştığının farkındadır. Kimi zaman bilincini yitirecek kadar yoğun yaşadığı iç hesaplaşmalarını Hatayî takma adıyla yazdığı şiirlerine yansıtır. Ancak son tahlilde, inancını yedeğe alıp iktidarını güçlendirmekten vazgeçmez. Şeyh kimliğinden uzaklaşıp şah kimliği baskın hale geldiğinde, yakın çevresindekiler de fetihçi figürlerle yer değiştirir. Yeni hedef artık Osmanlı ülkesidir. "Eğer hızlı bir darbeyle Osmanlı yok edilirse ehlibeyt dostlarının hiçbir ciddi rakibi kalmaz, eğri Müslümanların doğru yola gelmekten başka bir seçeneği olamaz" tezi, Şah İsmail tarafından da kabul görür. Tam da o sırada Anadolu’da, Teke ilinde (bugünkü Antalya’nın Teke köyü) yerleşik Tekelü oymağı, Osmanlı zulmüne karşı, Şahkulu önderliğinde ayaklanır (1511). Merkezden uzakta yaşayan Safevî yanlıları, tarikatın geçirmekte olduğu dönüşümün farkında değildir. Nitekim, harekete geçmeden iki yıl önce Şahkulu, kendisini vazgeçirmeye çalışan babasına, "İsmail"de yer alan şu sözlerle karşı çıkar: "Adımdan başlayalım baba. (.....) Adımı sen koydun, Şahkulu dedin, iyi de ettin, doğrudur, ben şahın kuluyum. Ama hangi şahın? İsmail Şah'ın mı? Yoksa âlemlerin efendisi Allah’ın mı? Ben her zaman bu ismi ikinci şekilde anladım. Ben Allah’ın kuluyum, ben Şahkulu’yum. Ama sen şimdi de bu söylediğimden Şahım İsmail’e bir saygısızlık ettiğimi çıkarırsan yanlış edersin. Ona saygım da, aşkım da pek büyüktür. Fakat seni sürekli dinledim, Tekelülere davamızı anlatırken hep Erdebil Ocağı’na hizmetten söz edersin, doğrudur ama niçin? Zulme karşı savaşan, zulmü yok etmek için canı başı ortaya koyan tek ocak olduğu için değil mi? Peki baba sana sorarım, zulüm sadece Azerbaycan’da, Irak-ı Arap’ta, Irak-ı Acem’de midir? Rum ülkesinde zulüm yok mudur? Osmanlı ülkelerinde, Memluk ülkelerinde zulüm yok mudur? Şimdi yarın Şam’da, Halep’te, Kahire’de zulme karşı bir kıyam ortaya çıksa ne dersin? Durun, oturun, Erdebil’den, Tebriz’den, İsmail Şah’tan emir bekleyin mi dersin? (.....) Şahım İsmail bir örnek verdi, biz de bu örneği gördük, daha ne emir beklersin? O bize bir şey gösterdi, gösterdi ki, dervişler ağzına vur lokmasını al değildir. Gösterdi ki dervişler aşktan anlamayan kayaları tokmakla parçalayabilirler. Gösterdi ki, bu kaba Türkmenler, hepsi birer aşk bülbülü olabilir, ülkeleri güle çevirebilir, peki ben Şahım İsmail’den ne emri bekleyeyim?" Babasının ölümünün hemen ardından ayaklanan Şahkulu, ilk anda beş bin kişilik bir güce ulaşır. Teke İli Sancakbeyi Şehzade Korkud, Manisa’ya çekilirken yolu kesilir, hazinesi ele geçirilir. Sünnî halktan topladığı üç bin kişilik bir güçle yardıma gelen Antalya subaşısı da Şahkulu kuvvetlerince yenilir. Antalya, Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu yağmalanır, yağmalanan yerlerin kadıları öldürülür. Şahkulu’nun "Allah’a hamt etmek için ibadethane gerekmez" sözü uyarınca camiler, medreseler, mescitler yakılır. Şahkulu, Burdur’u teslim aldığında, etrafında kadın ve çocuklarla birlikte yirmi bin Kızılbaş vardır. Kızılbaşlar, isyanı bastırmak üzere yola çıkan Osmanlı paşasını da Kütahya’da yenince, Saray, bu kez de Veziriazam Hadım Ali Paşa komutasındaki dört bin yeniçeri, dört bin kapıkulu sipahisi ve elli topla donanmış bir kuvveti sefere sürer. Anadolu’daki beylerin de katılmasıyla Veziriazam Hadım Ali Paşa’nın ordusu, kısa sürede otuz bin kişiye yükselir. Veziriazam Hadım Ali Paşa, Şahkulu ve Kızılbaşları ile Osmanlı birliklerinin Sivas yakınlarındaki Gedikhanı’nda yaptığı savaşta ölür. Şahkulu ve beraberindeki on beş bin Kızılbaş kuşatmayı yararak "Şah'a gitmek" üzere Tebriz’in yolunu tutar. Şah İsmail olayı Irak’tayken öğrenir ve çok sinirlenir. Kurmaylarını toplar. Reha Çamuroğlu, "İsmail"de, Şah İsmail’in "Ben bu Türkmenlerle ne yapacağım?" diye başlayan konuşmasını şöyle sürdürür: "Savaşta bunların üstüne yoktur, bağlılıkta, imanda en önce bunlar gelir. Ama bunlar akıllarını Allah’a vermiş, yerine aşk almışlar. İnceden inceye düşünüp davranmaktan söz edeceksen bunların dizginlerini sıkıca ele alacaksın. Bakın şu Şahkulu denen deyyusun yaptıklarına, nasıl da bir hamlede bütün planlarımızı altüst etti, nasıl da bir çırpıda Osmanlı’nın düşmanlığıyla bizi karşı karşıya bıraktı. Ortalığı kasıp kavurdu, düşmanlarımıza hizmet etti, şimdi de ‘Şah’a gidelim’ diye tutturmuş, bize geliyor." Şah İsmail’in konuşmasına yansıyan bu tutumu, heterodoks (Alevî) Türkmenler ile Safevîlik arasına çektiği kalın çizginin de en önemli göstergesidir. Kurduğu devleti Şiî şeriatı esaslarınca yönetmeye karar veren Şah İsmail, daha önce yüzüne bile bakmadığı Şiî din bilginlerini göreve çağırmıştır. Bu yüzden de ciddi bir tehlike arz eden Şahkulu öldürülür, on beş bin askeri de çeşitli biçimlerde tasfiye edilir. Olay, heterodoks Anadolu İslamı (Alevîlik) ile Şiîliğin bir daha buluşmamak üzere yollarının ayrılmasına yol açar. Ancak, yaşanacaklar bununla sınırlı değildir. Kardeşlerini devre dışı bırakan I. Selim Osmanlı tahtına çıkar çıkmaz öncelikli olarak Safevî Devleti’ni besleyen damarları kesmeye yönelir. Ordusuyla Safevî ülkesine doğru yol alırken, "arkadan vurulma ihtimali"ni ortadan kaldırmak üzere, Sünnî din bilginlerinin verdiği fetvalara dayanarak Anadolu’nun her yerinde büyük bir temizlik harekâtına da girişir. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in orduları, 1514’te Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya gelir. Reha Çamuroğlu, "İsmail"de, savaş başlamadan önce, komutanlarına dönen Şah İsmail’e şu sözleri söyletir: "Şu işe bakın. Bu iki ordu burada İslam’ın geleceğini tayin edecekler ve iki orduda da kâfirler var." Gerçekten de iki orduda da "kâfirler" vardır. Osmanlı ordusunda Rumeli’den gelme çok sayıda Hıristiyan beyi ve askeri, Safevî ordusunda da Gürcü ve Ermeni prensliklerinden gelen kuvvetler. Sultan Selim, İran topraklarında gereğinden fazla ilerlemediği için İslam’ın geleceğinde etkili olamaz. Ama iki ordunun komutanı da, Alevîlik ile Sünnîlik ve Şiîlik arasında yüzyıllarca sürecek kötülük tohumlarını ekmiş olurlar.

Yazar Hakkında:

İstanbul’da memur bir anne ve muhasebeci bir babanın oğlu olarak 20 ağustos 1958’de doğan Reha Çamuroğlu, ilköğrenimini Ankara’da, ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra 1986’da Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. "Kara", "Efendisiz", "Cem" ve "Nefes" dergilerinde yazı işleri müdürlüğü, ansiklopedilerde tarih yazarlığı yaptı. Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek, Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmış olan Reha Çamuroğlu’nun ilk yazısı 1986’da "Kara" dergisinde yayımlandı. "Cem", "Efendisiz" ve "Defter" dergilerindeki yazılarıyla tanındı. Öğrencilik yıllarında özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda "merkez-periferi ilişkileri"yle, bu ilişkilerin ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı farklılıkları ve bunları yeniden üretişi, ilgilendiği başlıca konulardı. Bu ilgi Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak da "İslam heterodoksisi" üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti. 1998’de Açık Radyo’da "Ziggurat" adlı programı hazırlayıp sunan Çamuroğlu İstanbul’da editörlük yapıyor. Yazarın Sayfası Yazarın Sayfası

Doğan Kitap Tarafından Yayımlanan Diğer Eserleri:

  • Doğan Holding
  • Doğan Kitap
Doğan Yayınları Copyright © 2022 | Tasarım ve Uygulama: Carbon Interaktif