Sabah Rüzgârı
Paylaşım:
Sabah Rüzgârı "Enelhak" Demişti Nesimî
Bu Kitabı Satın Alın

Kitap Künyesi:

Barkod: 9756719559

Sayfa Sayısı: 112

Ebat: 13.5 x19.5 cm

Yayın Tarihi: 1992

Kategori: Araştırma - İnceleme

Kitap Hakkında:

İslam tasavvufunda ilk kez "Enelhak" (Ben Tanrı’yım) diyen Hallacı Mansur (858-952), "sapkın" ilan edildiğinden, yaşadığı toplumun yöneticileri ve ortodoks din bilginlerince af dilemesi için ağır işkencelerden geçirilmiş, "doğru yol"a dönmeyince de öldürülmüştür. Reha Çamuroğlu’nun "Sabah Rüzgârı" adlı kitabı, Hallacı Mansur’dan yüzyıllar sonra, bir kez daha aynı noktaya (enelhak) gelen, derisi yüzüldüğü halde doğru bildiği yoldan dönmeyen Nesimî’yi konu edinir. Ancak kitap, hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Nesimî’nin yaşamöyküsünden çok, onu ölümü pahasına vazgeçmediği "enelhak" noktasına getiren düşünsel süreci, temelde, ortodoks İslam ile heterodoks Hurufîlik (Harfçilik) arasındaki ilişki ve çatışmayı irdeler. Reha Çamuroğlu’nun "İsmail" adlı romanında da izleri görülen Hurufîlik, çoğu zaman bir din ya da mezhep olarak da nitelenir. Başlangıcı MÖ 500’lü yıllarda yaşayan Pitagoras’a kadar uzanan, daha sonra Yahudi kabalacılığıyla devam eden bu akım, Müslümanlıkta da kendini gösterir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali, Kuran’ın bazı ayetlerinin başında, tek başına yer alan harflerin anlamını çözmeye, bunlara yorum getirmeye çalışırlar. Kuran’ı, harflerden başlayarak yorumlama çabasının ilk temsilcisi, Türklerin İslam’ı kabulünde de çok önemli rol oynamış olan Hallacı Mansur’dur. Hurufîliğin kurucusu olarak kabul edilen İranlı sufî Şihabeddin Fazlullah Esterabadî (1339-1394) ise, Kuran’ın düz olarak okunduğunda taşıdığı anlamı yeterli bulmayıp harf ve rakamlarda saklı olan derin iç anlamları açığa çıkarma çabasını sistemli bir hale getirir. Bu şekliyle de Hurufîlik, tıpkı öncüllerinde olduğu gibi, kanlı bir şekilde cezalandırılıp yasadışına itilir. Reha Çamuroğlu’nun inancın baskıcı bir yönteme dönüşümünü ve bu süreçte kentlerin rolünü irdelediği "Tarih, Heterodoksi ve Babaîler"de de belirttiği gibi, yazı, kentlerde cisimlenen iktidarın sürdürülmesi için vazgeçilmez bir araçtır. Tam da kentin göbeğinde ortaya çıkan Hurufîlik, yazılı olanın (Kuran) iktidar seçkinleri tarafından sunulan anlamlarına, dolayısıyla da iktidara karşı bir akım halini alır. O zamana kadar esas olarak kırsal yörelerde ve göçebe Türkmenler arasında yaygın olan heterodoks düşünce ve hareket, ilk kez Hurufîlikle birlikte kentlere girer ve önemli bir güç haline gelir. Bu gelişme, ortodoksinin, bazı cılız muhalif girişimler bir yana, yazı aracılığıyla kontrol ettiği düzeni sarsmaya başlar. Kentli karakteri nedeniyle XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla büyüyen Hurufîlik, Horasan, İran ve Mezopotamya’dan, Anadolu’ya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki topraklarına kadar (Edirne) yayılır. Diğer heterodoks inançlardan daha tehlikeli sayılarak "sapkın" ilan edilir ve çeşitli zamanlarda binlerce Hurufî, varlık gösterdikleri ülkelerde işkenceyle öldürülür; cesetleri yakılır. Reha Çamuroğlu "Sabah Rüzgârı"nda, tarihsel gelişiminden başka, Hurufîliğin, İslam’ın gerek ortodoks gerek heterodoks yorumlarından hangi noktalarda ayrıldığını, kendisini tanrı ilan eden Fazlullah’ın öldürüldükten sonra dağılan müritlerinin yaydığı Hurufîliğin Alevî-Bektaşî düşüncesi üzerindeki etkilerini de ayrıntılarıyla anlatır. Seyid Nesimî, İmadeddin Nesimî, Seyid, Ömer İmadeddin Nesimî, Nesimî, Nesimî Amidî gibi adlarla da anılan, doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen (1339/1344-1418) Nesimî, Fazlullah yaşarken onun en yakın yoldaşı, ölümünden sonra da halifelerinden biri olmuştur. Biri Farsça, diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla İran, Azerbaycan, Irak ve Suriye’de bulunmuştur. Nesimî’nin yaşadığı dönemde İslam dünyasına koyu bir ortodoksi egemendir. Güneyde Mısır Memlukları, doğuda ceberut Timuroğulları hüküm sürmektedir. Bu topraklarda İslam heterodoksisi baskı ve takiyeye maruz kalır. Anadolu’da henüz Fetret Devri’ni yaşayan Osmanlı Devleti’nde ise göreli bir serbestlik, dolayısıyla da açıklık vardır. Anadolu’nun pek çok ilini gezen Nesimî’nin çok sayıda mürit yetiştirdiği sanılmaktadır. 1418’de Halep’e gelen Nesimî, "enelhak" düşüncesi nedeniyle imansız ilan edilir. Hakkındaki suçlamaları reddetse de "Derisinin yüzülüp ölüsünün Halep’te yedi gün boyunca teşhir edildikten sonra vücudunun parçalanmasına ve her bir parçanın inançlarını bozduğu beyliklere gönderilmesine" karar verilir. Kararın uygulanması, umulanın aksine, Nesimî’yi Hz. Ali, Hüseyin ve Hallacı Mansur gibi, heterodoks İslam düşüncesinin "tahakküme karşı direniş sembolleri"nden biri haline getirir. Onun efsaneleşen yaşamı ve ölümü Anadolu heterodoksisi ile Azerbaycan’ı derinden etkiler. Alevî-Bektaşî ortamı, Nesimî’nin yaşamını ve mücadelesini nefeslerle, kulaktan kulağa aktararak yaşatır. Şiirleri, Azerî kültür ve edebiyatının biçimlenmesinde önemli rol oynar. "Sabah Rüzgârı", bu noktadan başlayıp derisi yüzülerek cezalandırılma anında bile "Enelhak" demekten vazgeçmeyen Nesimî’nin düşünce dünyasını anlamaya yönelir. Yazar, diğer dinlerde de yaşanan ortodoksi ile heterodoksi arasındaki çatışmanın kökeninde Tanrı kavramını tanımlamadaki farklılığın yattığını savunur. Reha Çamuroğlu’na göre, bütün ortodoks dinler, sahip çıktıkları "Tanrı" kavramıyla korkunun egemen olduğu sembolik bir yapı kurarlar. Bu yapıda korkunun Tanrısı, günah ve tövbelere dayalı olarak tek biçimci, fetihçi (erkek) ve çoğunluğa dayalı kendi evrenini yeniden üretir. Tarihte ilk kez Hinduizmde kendini gösteren bütün heterodoks inançların "Tanrı" anlayışı ise, ortodoks anlayışın zıddı olarak evrenseldir. Bu yanıyla İslam heterodoksisi, tasavvuftan da farklılaşır. İslam heterodoksisinin genel bir özelliği, Ali yanlısı oluşudur ki, dünyevî iktidarlardan uzak duruşunun temelinde bu nokta kilit bir anlam taşır. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen ardından göreve gelen halifelerden Ebubekir, Ömer ve Osman’ın İslam’ı aynı zamanda bir dünya düzeni ya da bir devlet olarak yerleştirme çabalarının tersine bir eğilim içindedir. Hz. Ali, İslam’ın öncelikli olarak bulunduğu yerde kalıcılaşmasını savunur. Bu yüzden de İslam’ın iç çatışmaları, üç halifenin ölümünün ardından, açıkça zor yöntemiyle çözümlenebilir bir noktaya gelir. Bir yanda, Hz. Muhammed’in hayatta kalışında en büyük paya sahip olan ve hayatı boyunca hiç puta tapmamış ilk erkek Müslüman, dünyevî nimetler ve iktidara kayıtsız davranan son halife olarak Ali vardır. Öte yanda ise yeni dine şiddetle karşı çıkıp Muhammed’i defalarca öldürmeye çalışmış ve sonunda korkusundan Müslüman olmuş Ebu Süfyan’ın güce tapan oğlu Muaviye. Ali, "İslam için bir dünya" oluşturmak isterken, Muaviye "Dünya için İslam"ı savunur. Ali-Muaviye çatışmasında Ali, var olan insanı olduğu gibi kabul etmek yerine onu değiştirmeyi tercih ederken, Muaviye, var olan insanı olduğu gibi kabul edip taraftarlarını zengin ve güçlü kılarak onun dünyevî üstünlüğünü sağlamayı tercih eder. İslam heterodoksisinin toplumsal-siyasal temelleri, dünyevî iktidarlara mesafeli duruş; düzenleme, yönetme ve yargıya, özellikle de bunların dünyevî ya da dünyadan kalkan anlamlarına güvensizlik; ölçülebilir, alınır satılır değerlere duyulan horgörü olarak biçimlenir. İslam heterodoksisi, sonuna kadar koruduğu bu tutumuyla, Ali yanlısı olarak doğup daha sonra ortodoks hale gelen diğer Ali yanlılarından da (Şiîlik) yolunu ayırır.

Kitap Hakkında:

İslam tasavvufunda ilk kez "Enelhak" (Ben Tanrı’yım) diyen Hallacı Mansur (858-952), "sapkın" ilan edildiğinden, yaşadığı toplumun yöneticileri ve ortodoks din bilginlerince af dilemesi için ağır işkencelerden geçirilmiş, "doğru yol"a dönmeyince de öldürülmüştür. Reha Çamuroğlu’nun "Sabah Rüzgârı" adlı kitabı, Hallacı Mansur’dan yüzyıllar sonra, bir kez daha aynı noktaya (enelhak) gelen, derisi yüzüldüğü halde doğru bildiği yoldan dönmeyen Nesimî’yi konu edinir. Ancak kitap, hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Nesimî’nin yaşamöyküsünden çok, onu ölümü pahasına vazgeçmediği "enelhak" noktasına getiren düşünsel süreci, temelde, ortodoks İslam ile heterodoks Hurufîlik (Harfçilik) arasındaki ilişki ve çatışmayı irdeler. Reha Çamuroğlu’nun "İsmail" adlı romanında da izleri görülen Hurufîlik, çoğu zaman bir din ya da mezhep olarak da nitelenir. Başlangıcı MÖ 500’lü yıllarda yaşayan Pitagoras’a kadar uzanan, daha sonra Yahudi kabalacılığıyla devam eden bu akım, Müslümanlıkta da kendini gösterir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali, Kuran’ın bazı ayetlerinin başında, tek başına yer alan harflerin anlamını çözmeye, bunlara yorum getirmeye çalışırlar. Kuran’ı, harflerden başlayarak yorumlama çabasının ilk temsilcisi, Türklerin İslam’ı kabulünde de çok önemli rol oynamış olan Hallacı Mansur’dur. Hurufîliğin kurucusu olarak kabul edilen İranlı sufî Şihabeddin Fazlullah Esterabadî (1339-1394) ise, Kuran’ın düz olarak okunduğunda taşıdığı anlamı yeterli bulmayıp harf ve rakamlarda saklı olan derin iç anlamları açığa çıkarma çabasını sistemli bir hale getirir. Bu şekliyle de Hurufîlik, tıpkı öncüllerinde olduğu gibi, kanlı bir şekilde cezalandırılıp yasadışına itilir. Reha Çamuroğlu’nun inancın baskıcı bir yönteme dönüşümünü ve bu süreçte kentlerin rolünü irdelediği "Tarih, Heterodoksi ve Babaîler"de de belirttiği gibi, yazı, kentlerde cisimlenen iktidarın sürdürülmesi için vazgeçilmez bir araçtır. Tam da kentin göbeğinde ortaya çıkan Hurufîlik, yazılı olanın (Kuran) iktidar seçkinleri tarafından sunulan anlamlarına, dolayısıyla da iktidara karşı bir akım halini alır. O zamana kadar esas olarak kırsal yörelerde ve göçebe Türkmenler arasında yaygın olan heterodoks düşünce ve hareket, ilk kez Hurufîlikle birlikte kentlere girer ve önemli bir güç haline gelir. Bu gelişme, ortodoksinin, bazı cılız muhalif girişimler bir yana, yazı aracılığıyla kontrol ettiği düzeni sarsmaya başlar. Kentli karakteri nedeniyle XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla büyüyen Hurufîlik, Horasan, İran ve Mezopotamya’dan, Anadolu’ya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki topraklarına kadar (Edirne) yayılır. Diğer heterodoks inançlardan daha tehlikeli sayılarak "sapkın" ilan edilir ve çeşitli zamanlarda binlerce Hurufî, varlık gösterdikleri ülkelerde işkenceyle öldürülür; cesetleri yakılır. Reha Çamuroğlu "Sabah Rüzgârı"nda, tarihsel gelişiminden başka, Hurufîliğin, İslam’ın gerek ortodoks gerek heterodoks yorumlarından hangi noktalarda ayrıldığını, kendisini tanrı ilan eden Fazlullah’ın öldürüldükten sonra dağılan müritlerinin yaydığı Hurufîliğin Alevî-Bektaşî düşüncesi üzerindeki etkilerini de ayrıntılarıyla anlatır. Seyid Nesimî, İmadeddin Nesimî, Seyid, Ömer İmadeddin Nesimî, Nesimî, Nesimî Amidî gibi adlarla da anılan, doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen (1339/1344-1418) Nesimî, Fazlullah yaşarken onun en yakın yoldaşı, ölümünden sonra da halifelerinden biri olmuştur. Biri Farsça, diğeri Türkçe olmak üzere iki divanı vardır. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla İran, Azerbaycan, Irak ve Suriye’de bulunmuştur. Nesimî’nin yaşadığı dönemde İslam dünyasına koyu bir ortodoksi egemendir. Güneyde Mısır Memlukları, doğuda ceberut Timuroğulları hüküm sürmektedir. Bu topraklarda İslam heterodoksisi baskı ve takiyeye maruz kalır. Anadolu’da henüz Fetret Devri’ni yaşayan Osmanlı Devleti’nde ise göreli bir serbestlik, dolayısıyla da açıklık vardır. Anadolu’nun pek çok ilini gezen Nesimî’nin çok sayıda mürit yetiştirdiği sanılmaktadır. 1418’de Halep’e gelen Nesimî, "enelhak" düşüncesi nedeniyle imansız ilan edilir. Hakkındaki suçlamaları reddetse de "Derisinin yüzülüp ölüsünün Halep’te yedi gün boyunca teşhir edildikten sonra vücudunun parçalanmasına ve her bir parçanın inançlarını bozduğu beyliklere gönderilmesine" karar verilir. Kararın uygulanması, umulanın aksine, Nesimî’yi Hz. Ali, Hüseyin ve Hallacı Mansur gibi, heterodoks İslam düşüncesinin "tahakküme karşı direniş sembolleri"nden biri haline getirir. Onun efsaneleşen yaşamı ve ölümü Anadolu heterodoksisi ile Azerbaycan’ı derinden etkiler. Alevî-Bektaşî ortamı, Nesimî’nin yaşamını ve mücadelesini nefeslerle, kulaktan kulağa aktararak yaşatır. Şiirleri, Azerî kültür ve edebiyatının biçimlenmesinde önemli rol oynar. "Sabah Rüzgârı", bu noktadan başlayıp derisi yüzülerek cezalandırılma anında bile "Enelhak" demekten vazgeçmeyen Nesimî’nin düşünce dünyasını anlamaya yönelir. Yazar, diğer dinlerde de yaşanan ortodoksi ile heterodoksi arasındaki çatışmanın kökeninde Tanrı kavramını tanımlamadaki farklılığın yattığını savunur. Reha Çamuroğlu’na göre, bütün ortodoks dinler, sahip çıktıkları "Tanrı" kavramıyla korkunun egemen olduğu sembolik bir yapı kurarlar. Bu yapıda korkunun Tanrısı, günah ve tövbelere dayalı olarak tek biçimci, fetihçi (erkek) ve çoğunluğa dayalı kendi evrenini yeniden üretir. Tarihte ilk kez Hinduizmde kendini gösteren bütün heterodoks inançların "Tanrı" anlayışı ise, ortodoks anlayışın zıddı olarak evrenseldir. Bu yanıyla İslam heterodoksisi, tasavvuftan da farklılaşır. İslam heterodoksisinin genel bir özelliği, Ali yanlısı oluşudur ki, dünyevî iktidarlardan uzak duruşunun temelinde bu nokta kilit bir anlam taşır. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen ardından göreve gelen halifelerden Ebubekir, Ömer ve Osman’ın İslam’ı aynı zamanda bir dünya düzeni ya da bir devlet olarak yerleştirme çabalarının tersine bir eğilim içindedir. Hz. Ali, İslam’ın öncelikli olarak bulunduğu yerde kalıcılaşmasını savunur. Bu yüzden de İslam’ın iç çatışmaları, üç halifenin ölümünün ardından, açıkça zor yöntemiyle çözümlenebilir bir noktaya gelir. Bir yanda, Hz. Muhammed’in hayatta kalışında en büyük paya sahip olan ve hayatı boyunca hiç puta tapmamış ilk erkek Müslüman, dünyevî nimetler ve iktidara kayıtsız davranan son halife olarak Ali vardır. Öte yanda ise yeni dine şiddetle karşı çıkıp Muhammed’i defalarca öldürmeye çalışmış ve sonunda korkusundan Müslüman olmuş Ebu Süfyan’ın güce tapan oğlu Muaviye. Ali, "İslam için bir dünya" oluşturmak isterken, Muaviye "Dünya için İslam"ı savunur. Ali-Muaviye çatışmasında Ali, var olan insanı olduğu gibi kabul etmek yerine onu değiştirmeyi tercih ederken, Muaviye, var olan insanı olduğu gibi kabul edip taraftarlarını zengin ve güçlü kılarak onun dünyevî üstünlüğünü sağlamayı tercih eder. İslam heterodoksisinin toplumsal-siyasal temelleri, dünyevî iktidarlara mesafeli duruş; düzenleme, yönetme ve yargıya, özellikle de bunların dünyevî ya da dünyadan kalkan anlamlarına güvensizlik; ölçülebilir, alınır satılır değerlere duyulan horgörü olarak biçimlenir. İslam heterodoksisi, sonuna kadar koruduğu bu tutumuyla, Ali yanlısı olarak doğup daha sonra ortodoks hale gelen diğer Ali yanlılarından da (Şiîlik) yolunu ayırır.

Yazar Hakkında:

İstanbul’da memur bir anne ve muhasebeci bir babanın oğlu olarak 20 ağustos 1958’de doğan Reha Çamuroğlu, ilköğrenimini Ankara’da, ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra 1986’da Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. "Kara", "Efendisiz", "Cem" ve "Nefes" dergilerinde yazı işleri müdürlüğü, ansiklopedilerde tarih yazarlığı yaptı. Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek, Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmış olan Reha Çamuroğlu’nun ilk yazısı 1986’da "Kara" dergisinde yayımlandı. "Cem", "Efendisiz" ve "Defter" dergilerindeki yazılarıyla tanındı. Öğrencilik yıllarında özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda "merkez-periferi ilişkileri"yle, bu ilişkilerin ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı farklılıkları ve bunları yeniden üretişi, ilgilendiği başlıca konulardı. Bu ilgi Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak da "İslam heterodoksisi" üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti. 1998’de Açık Radyo’da "Ziggurat" adlı programı hazırlayıp sunan Çamuroğlu İstanbul’da editörlük yapıyor. Yazarın Sayfası Yazarın Sayfası

Doğan Kitap Tarafından Yayımlanan Diğer Eserleri:

  • Doğan Holding
  • Doğan Kitap
Doğan Yayınları Copyright © 2022 | Tasarım ve Uygulama: Carbon Interaktif